AİDİYET
- İmre
- 25 Ağu 2021
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 28 Kas 2024
“Dünyanın en zor hissi, kendini ait hissetmediğin bir yerde bulunma zorunluluğudur.”
Dostoyevski
Şehir akşama sürmüştü yüzünü. Temmuzdu aylardan ama o bitmeyen pus şehre örtüydü. Kulağında Handel’in Sarabandesi kaçıncıdır dönerken geminin ön salonundan şehre dalmıştı gözleri. Bir kaç eşlikçi martı rüzgara bırakmış kendini gemi yanında salınıyordu. Şehrin pisi pusu, gemideki gürültü, anlamsız hareketlilik. Sadece Handel’ın nameleri eşlikti canını temizlemeye. Pus’un içinde ve temmuza rağmen şehri saran serin bulutların ardında gördüğü, ruhsuz yükseltilerdi. Üç yanı deniz şehrin her yanı, yüksek beton cam karmaşası binalara teslimdi. Gemi güneyden yaklaştıkça şehre netleşen sadece çirkinlikti. Oysa yüzlerce yıl ve yüzlerce yıl öncesi Akdeniz’in Marsilyadan sonraki en doğal limanı büyüleyici bir egzotik tat sunardı batı yolcularına. Şimdi ise gördüğü hançerli bir karadan ibaretti. Gemi yaklaştıkça bu kadim şehre bin yıl öncesinin olağanüstü bilge kubbesi gözükse de yeni büründüğü ruhsuzluğu renklendiremiyordu.
Az sonra ayak basacağı bu şehir hesapta ait olduğu topraktı. Hesapta! Ait olduğu! Sahi ait miydi bu binlerce yıllık şehre. Bu şehirde doğmuştu. Tüm ömrü bu şehirde geçmişti, eğitimi. Bu şehirde evlenmiş, çocuklarını bu şehirde doğurmuştu. İşi, aşı, evi bu şehirdi. Doğduğu bu kent doyurmuştu da kadını. Acıları, sevinçleri, neşeleri hep bu şehirdeydi. Bu şehir aşkın en derinine şahitlik etmişti, gözyaşı yıkamış kaldırımları, kahkahaları bu şehirde saçılmıştı sokaklara. Şehrin tüm yaşanmışlıklarına, kendi yaşadıklarını da eklemişti. Bu kadim şehre o da ekmişti tüm insani duyularını. Ama ya aidiyet? Yaklaştıkça kıyıya ve Seranadın vurmalıları çınladıkça yüreğinde kaçıncı kez “aitmiyim bu artık vahşileşmiş şehre” diye düşünmeden edemiyordu. Bu şehir benim şehrim mi benim ömrüm mü? Hiç bir zaman hiçbir yere hiç bir mekana ait hissedememişti kendini. Bu eksiklik değildi, tamamlanmamışlıktı. Her yere, her zamana, her mekana aitti çünkü ya da zamansız, mekansız, kimsesiz, kimsizdi. “
Nedir aidiyet sahi. Nedir bizi bağlayan bir şehre, bir mekana. Neden ait olmak ister insan bir yerlere, bir kuruma, bir oluşa, bir aileye. Güven midir aradığı. Sevgi mi? Bütünlük arzusu mu? Varlığına şahadet mi?
Bunların birkaçı yada hepsi. Ademoğlu köklenmek arzusu ile mülkiyet çabasını birler ve bir coğrafya parçasına ait hissetmek isterdi. Toprak tutardı insanı, bağlardı Dünya denen gezegene.Mekan ve içinde yaşanan her olgu, duyulanlar, kokular, gördüklerimiz bizi bütünler. İzler bırakırken bizi şekillendirir de.
Çocukluğunun evinde ki bir sabun kokusu, kapı önündeki dut ağaçları, odaların soğuğu, sobada yanan mandalina kabukları, güneşin mavi yer seramiklerine düşüşü, belki bir ud sesi yada plaktan yükselen Safiye Ayla. Peki döndüğün o şehirde hiç biri artık yoksa, ne doğduğun ev, ne okuduğun okul yok ise. Ağaçlar kesilmiş, kokular sırra kadem ise sendeki izlerin hiç biri artık bu şehirde değil ise…
Bildiğin sokaklar suret değiştirmiş, esnaf terk etmiş, doğallık yerini sahteciliğe, hoşgörü yargılayıcılığa dönüşmüş ise kalır mı aidiyet. kalmaz. kalamaz. şehrin mimoza sokakları tabela çılgınlığına bürünmüş, tarih kokusu yok edilip hesapta modernizasyonun sevimsiz yapay kokusuna, dokusuna terk edilmiş ise, okulların binaları hiç edilmiş, toplu taşıma araçları, sokak isimleri yüzyıllık cafeleri, otelleri kapanıp gitmiş, azınlıkların, yerlilerin oluşturduğu tüm yemek kültürü doğunun yeknasak kokularına yenik düşmüş ise dahası ve acısı çocukluğunun masumiyeti, safiyeti, yargısızlığı, temizliği bir mumum söndürülmesi gibi aniden üflenip geçmişe gömüldü ise aidiyetten söz edilebilir mi?

Edilemez.
Edilemez diye cevap verdi kadın kendi iç sesine. Ne vardı çocukluğundan gençliğinden kalan kendine. Bu şehir kimseye geçmişini daim kılmamaya yemin etmiş gibiydi. Öyle bir dönüşüm yaşıyordu ki kendi, kendi değişim hızına yetişemez oluyordu. Bu da aidiyeti imkansız kılıyordu. Kendine yabancılaşan bir şehir nasıl bir insana tanıdık kalabilirdi ki. Kalamıyordu. Gün geçtikçe bu şehre ait olmaya değil bu şehri yağmalamaya, yok etmeye çalışan bir çoğunluğun kölesi olma yolundaydı.
Ve kadın ise kendini bu şehre köle hissediyordu benzer bir ironiden. Aitliği sağlayacak her şeyi elinden alan zaman, mekana köle ediyordu insanı.
Zevksizce, hoyratça, sevgisizce.
Özünde kalbinin tam ortasında dahi ne şehir parıldıyordu, ne yüreği çırpınıyordu. Kendine bile yabancı bu şehre, kendine yabancı kadın, deniz mili hızla ilerliyordu. Deniz taşıtı az sonra atacaktı bu vasfını yitirmiş şehre, tüm vasıfsız hemşehrililerini. Ait olmamak, olamamak diye geçirdi yeniden içinden. Ne onu yetiştiren ve doyuran şehre aitti nede yola çıktığı 40 yıldır yaşadığı ege beldesine ne de çocukluğunun anılarında sıkı yer edinen başka bir ege ilçesine. Ritmik at nalı sesleri, sabah ezanı sonrası çağlarken sokaklarda kumrular güvercinlerle yarışırdı. 1,5 2 katlı rum evlerinin sac panjurları açılıp, kuru ova sıcağını davet ederken taş yapılara, kaynayan demliğin sesi, kızaran pişilerin kokusuna karışırdı. Sokaktan yükselen sıcak rüzgar akasyaların, kestanelerin ılık hışırtısını taşırdı kulaklara. Bugün, bugün hiç biri yoktu. Yok ise aidiyet nerde kalmıştı. Bağ kurduğunuz tüm o sesler, tatlar, kokular, kristal aynalar, karpuzlu lambalar hiç biri yok idiyse bağ neredeydi? aidiyet neredeydi? yoktu. bu kadar net ve acı. Kaybolan her bir varsıl duyu ve mekan bizi aidiyetten uzaklaştırıyor ve yersiz yurtsuz kimliksiz yapıyordu.
Masal mısraları
Önündeki kadim şehre ait ne zerzevat var ise yok olup gitmişti. Tüm o semtlere özgü sebze meyveler, isimleri ile beraber tarihe gömülmüştü. Çocukluğunun çeşitli ama eşitlikçi sosyal sınıfları, azınlık adetleri, arkadaşları, okulları hepsi buharlaşmış masal mısraları gibi geçmişe gömülmüştü. Bir var olmuşlardı bir de yok.
Mekanların varlığı ve her türlü varlıksal izdüşümü idi aidiyeti muhafaza eden. Elinde bambaşka ruhsuz sahte bir şehir vardı ve ne bu şehir kadına, ne kadın o şehre aitti.
İçinde bulunduğu bu yurdummalı olmayan gemi şu an şurada batsa ve ulaşamasam diye geçirdi içinden kadın. Benim olmayan bu şehre ayak basmasam. Hoş neresi ona aitti ki. Hiç bir ülkeye şehre mekana ait hissetmemek bu bedeni hiçbir yer konuklayamamak ne büyük ızdıraptı ve bir yandan ne büyük özgürlük. Kanatlansa da ruhu konmasa da şehre, bedeni mahkumdu bu binlerce yıllık şehre hizmet etmeye.
Ya ruhu, kalbi aitmiydi şehirsiz, vatansız, mekansız, zamansız bir yüreğe. Bedeni ne kadar kayıpsa bu isimsiz şehirler diyarında ruhu da bir o kadar özgürdü aidiyetsizce. Kah bir martının kanadıydı evi, kah bu denizin dalgası, kah bir var bir yok olan ay’ın şavkı.
Ufku tarayan gözlerinden dökülen damlalar tek gerçeği fısıldıyordu gönlüne.
” Sen O’na aitsin. Hakk’a, Özüne, Nuruna, Yaratımına, O’nun eşsiz ve biricik nefesine aitsin. Sen O’ndan ayrı olamayacak kadar O’ndasın, O’nun ile Bir’sin Bütünsün. Bu şehir ve diğerleri ilüzyondan ibaret. Kaldır başını aç ruhunun kanatlarını ve uç özgürce.”
Son notalar sıralarını savarken kulaklarında, sildi yaşlarını. Karıştı insanların Kaotik dediği ona biçilmiş ev! denilen kentin sokaklarına.



Yorumlar