top of page

İz Bırakmak

  • Yazarın fotoğrafı: İmre
    İmre
  • 27 Ağu 2022
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 6 Nis

Ben geçip gitmek isterdim hayattan, o iz bırakmak için uğraşırdı. O tadına doyum olmaz bir şiirdi, ben taslak halinde bir roman…Yekta Kopan


İz bırakmak. Var oluş sancımızın en can alıcı yolu, iz bırakmak. Bırakmaya çalışmak. İnsanın sürdürülebilirliği alt beyinde temel iki taşa oturuyor. İlki hayatta kalma, ikincisi neslini sürdürebilme dürtüsü.

Her iki dürtüde aslen bilinçaltında otomatik yürüyor. Kimse insan ırkının devamlılığı için üremeliyim yada bugün hayatta kalmak için doymayalım düşüncesi ile hareket etmiyor. Daha konfor ve haz odaklı gerçekleştirdiği özellikle evlat edinme eyleminin bir başka izdüşümü de iz bırakmak. Ardından dünyada onu anacak adını hatırlayacak ya da hatırlatacak bir can bırakmak. Bu çok içgüdüsel ve irdelenmeyen eylem tüm insanlığın alt kodlarında mevcut. Ancak yaşarken yapılan farklı iz bırakma eylemleri ise yüzyıllar içinde değişimde. Günümüz sosyal medyası ise bu maddesel iz bırakma eyleminin zirvesine erişti.


Bir yaratımla iz bırakan insan, resim, heykel, müzik yada mimari alanlarda eserler üretmiş. Gördüğünü, hissettiğini yansıtarak meydana getirdiği ürün bilerek yada bilmeyerek adını yüzyıllar ötesine taşımış. Ancak bu yaratım daha ilahi formda bir akış, yansıtma izlenimi veriyor bana. Sanki insan tekamülünde her geçen yüzyıl insanın belleğinde tanrısal bir açılıma sebep oluyor ve kollektif bilinç, bir üst ilahi bilinçten veri çekiyor. Öyleki aynı yüzyılda yaşayan Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni, Leonardo di ser Piero da Vinci, Koca Mi’mâr Sinân Âğâ ve Ustad Ahmad Lahori muaazzam mimari eserleri insanlığın hizmetine ve ruhuna aynı zaman diliminde sunmuşlar. Ha keza Dede efendi ile Wolfgang Amadeus Mozart’ın aynı yüzyılda ki besteleri, Shakespeare ile Karacaoğlan’ın aynı dönem koşma ve soneleri aynı ilahi frekansın insan üzerinden var olarak açığa çıkması değildir de nedir.


Bu her nevi san’at icracıları sanki ilahi yaratıcının dünya varsılı için yaratımda olmuşlar. Eserler isimleri aşmış, isimler ise sadece içlerindeki dökmüş, icraat eylemiş. İsmin de cismin de bir önemi olmamış. Sadece ortaya dökülen eser konuşmuş, konulmuş. Bu bırakılan izlerin bir yönü. Bana göre ilahi ve rahmani boyutu. Özden, özel ve özgün. Adeta suretsiz ve imzası ilahi yaratıcı olan.


Yine 20. yy a dek iz bırakmak için hareket alan ve her türlü sanatı kendine nispetle uygulatan başka kesimler olmuş. Krallar, soylular, firavunlar, imparatorlar, zenginler, devlet adamları. Kendi suretlerini kendi güçlerini tarihe kazımak ebedi kalmak için heykel, anıt, resim, lahit, yazıt vb. ile ölümsüzleşmek, izlerini bırakmak istemiş. Dolayısıyla 20. yy a kadar iz bırakmak biraz da paranın gücü ile olmuş. Yeteneğin becerinin değil paranın satın alacağı sanat ile kendi benliklerini toplumlara dayatma, ezberletme yoluna gitmişler. İhtişamlı mezarlar, heykeller, saraylar, sayısız resim yaptırmışlar. Hem yaşadıkları toplumda saygınlık hem de öldüklerinden sonra anılmak bilinmek istemişler, bir nevi tarihe damga. Kısaca paranın ve statünün gücü ile görülmek, bilinmek iz bırakmak istemiş ve başarmışlar. Oysa avama dair bırakın herhangi bir eseri, yaşama dair kayıt dahi bulunmaz olmuş. Bir sosyolog söylemişti ” fukaraların soy ağacı, nüfus kağıdı olmamış bile” diye. Değil iz bırakabilmek yaşadıklarına dair kanıt bile olmamış, bıraktıkları tek şey evlatları olmuş belki de.


Fotoğrafın icadı resimin özerkliğini ve burjuva dünyasına ki üstünlüğünü yıktı. Fotoğraf resimden daha gerçek, daha ucuz ve ulaşılır idi. Resim’in belli bir zümreye olan hitabını fotoğraf yıkmıştı. Hatta ilk zamanlar resim yaptırabilen zenginler değil katiyen resim yaptıramamış orta ve alt sınıf ilgi göstermiş fotoğrafa. Nihayet suretlerini, yaşamlarını belgeleyebilecek ve iz bırakabileceklerdi. Var olmuş olacaklardı. Bugün ise 21 yy ilk çeyreğinin tamamlanmak üzere olduğu dünyamızda dijital fotoğraf ve öz teknoloji kullanımı, herkesi iz bırakma konusunda yarışır hale soktu. Kast, sınıf, statü, para, güç olmaksızın tüm insanlık sosyal medyada iz bırakıyor. Her gün, her saat, her an. Daha çok iz, daha çok ben, daha önde hep önde ben mottosu ile beğenilmek, görülmek için yarışta. Yüzyıllara yayılan bir eksikliği tamamlamış ve varoluşu ispatlamış sanki insan. Elbette sadece iz bırakma telaşı da değil. Görülmek, bilinmek, değer görme açmazının da doyumu sosyal medya. Bizim gibi biat geçmişinden gelen gelişmekte olan toplumlarda büyüme de sancılı. Aileden, okuldan çevreden takdir, ilgi hatta sevgi görmeyen insan, görülmek beğenilmek takdir görmek telaşında farkında olmadan.


İz bırakma telaşında olmamak

Ya beğenilmeyi, görülmeyi, anlaşılmayı, bilinmeyi önemsemeyen insan? kendi iç dünyasında sadece nefes ve nimet borcu için üreten ve teslimde olan insan? Görülmesinin bilinmesinin sadece yaratım katında mühim olduğuna inanan insan? bıraktığı tek iz sadece sonsuz büyüklükteki evrende verdiği nefes olan insan, ölmeden ölen midir? İz bırakma telaşı olmayan mı ölmeden ölmüştür? kendiyle ve yaratımla bir ve bütün olmak iz bırakmanın ilahi boyuttaki kanadı mıdır ve aslında iz bırakma arzusu sadece bir gün yok olacak bu gezegene dair bir olgu mudur? nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi bilmediğimiz o sonsuz düzen midir asıl iz bırakmamız gereken. Ve onun için sadece kendi içsel huzurumuzla, yardımsever ve pozitif yaşayarak, dengeye ulaşarak verdiklerimizle, yaratımının gücüne minik bir dokunuş mudur? Tıpkı isimi zamanı mekanı önemsemeden yaratımın düzeninden çektikleri ile eserler bırakan, insanlara ilahi boyutta dokunan zihinler, yürekler gibi.


Ölmeden ölmek iz bırakma telaşını terk midir?

 
 
 

Yorumlar


bottom of page